Benim ilk yurt dışı maceram Sibel Hanım ile başladı, üniversite okurken yabancı dil eğitimin zorunlu olduğu hazırlık sınıfımda geliştirmek amaçlı Amerika programı yaptık. 12 hafta New York ta Kaplan Empire State okulunda eğitim alacaktım. Tüm kayıt işlemlerini yaptıktan sonra vizemi de kısa sürede aldıktan sonra uçak yolcuğu ve New York tayım.

JFK Havalimanından taksiyle Queens’te önümüzdeki üç ayımı geçireceğim eve doğru gidiyorum. Beynimde arka planda Alicia Keys’in Empire State of Mind çalıyor. Amerikan Rüyası’na doğru ilerlerken hala inanamıyorum burada olduğuma. Yaş 18, aşırı koruyucu bir aile seni dil eğitimi için dünyanın bir ucuna gönderiyor, olacak iş değil. İlk defa görüyorum ülkemden başka bir ülkeyi. “Host Family”mle bir iki tanışma muhabbetinden sonra soruyorum: “Sahiden bize okulda öğretilen o 12 Zamanı da kullanıyor musunuz? Future Perfect Continuous Tense (Gelecek zamanda devam edecek işi anlatan zaman kalıbı) falan?” Gülüyor. “Anneannemden bile duymadım bunu!” Diyor 72 yaşındaki Carol. Şimdi gözünüzde klasik kilolu Amerikalı bir teyze canlanmasın hiç, manken gibi fiziği ve tarz giyimiyle çoğumuza taş çıkartır.

Ertesi gün okuluma doğru gidiyorum: Empire State’te bir dil okulu. Evet, hem de 63.katta. Camdan dışarı bakarken derse odaklanmakta zorluk yaşıyorum. Böyle bir görüntü varken siz tahtada yazılana bakar mıydınız? Dikkatimi bir şekilde toplayım sınıfa adapte olmaya çalıyorum. Hem yazılı hem sözlü sınav sonrası yerleştirildiğim C1 seviyesi sınıfta, ingilizce’yi günlük hayatın her alanında akıcı bir şekilde kullanabilmek adına ders genel olarak sözlü ve yazılı aktivitelerle işleniyor. Sınıftaki tek Türk olmamı bir avantaj olarak görüp diğer insanlara kendimi tanıtıyorum. İtalyan, Alman hatta Paraguay lı bile sınıf arkadaşlarım var! Zamanla okulda diğer sınıflarda olan Türkleri fark etsem de onlarla iletişimden kaçınıp genelde yabancı arkadaşlarımla vakit geçiriyorum. Nasılsa Türkiye’de yeterince Türk tanıyorum deyip ingilizcemi olabildiğince yabancı arkadaşlarımla pratik etmeye çalıyorum.

Genel İngilizce Kursuna kaydolduğum için derslerim öğlen iki ve beş arasında. Bunu fırsat bilip “host family” ile yaşadığım Forest Hills, Queens’te bir koşuya çıkıyorum. Saat sabah 8. Kulaklıklarımı takıp hızlı adımlarla yürüyorum önce. Bahçesiyle ilgilenen bir beyefendi gülümsüyor ve elini kaldırıyor. Bana değildi herhalde deyip üzerime alınmadan devam ediyorum. Köpeğiyle koşan tatlı bir kadın da aynısını yapıyor. Gazete dağıtan bir genç de. Buralarda oturan birine mi benzettiler acaba diye soruyorum kendime. Yarım saatlik yürüyüşümde belki 10 kişi tarafından selamlanınca aslında bunun en temel insan iletişimi olduğu dank ediyor kafama. Ülkemizde aynı asansörde bile göz göze gelmemek için verilen çabayı düşününce bir burukluk oluşuyor içimde.

Nisan ayına girerken havanın ısınmasını fırsat bilip sınıf arkadaşlarımdan Kathy ile kahvelerimizi alıp kendimizi Central Park’a atıyoruz. Kimi bikinisiyle güneşleniyor kimi ise hoparlöründen şarkı açmış dans ediyor. Yoga yapan bir grup, kulaklıklarıyla koşan insanlar, müzik yapanlar… Herkes kendi halinde. Biz de kendimize bir alan bulup güneşin tadını çıkarıyoruz.

Gerçekten de hiç uyumayan bu şehir her daim ışıklarıyla sokakları aydınlatıyor. Metronun 24 saat çalışmasını fırsat bilip sabahın ilk ışıklarına kadar şehirde turluyorum. Herkesin gün batımını izlediği Brooklyn Bridge’de sabahın ilk ışıklarına şahit oluyorum. Öyle güzel öyle büyülü ki. Güneşle birlikte şehir de hareketlenmeye ve insan ve araba sesleriyle dolmaya başlıyor. Asla unutmak istemediğim bu görüntünün zihnimde bir fotoğrafını çekiyorum ve ben de şehre karışıyorum.

Simgenur Üstüntürk

Öğrenci

[learn_press_profile]